HZ. ALİ'NİN VASIFLARI VE FAZİLETLERİ
Hz.Peygamber buyuruyor :
“Tamam insanlar ve cinler, senin fazîletlerini tamamlayamazlar, öyle ise biz nasıl onun fazîletlerini tamamlayabiliriz.”
Tarihler boyunca yazan, ünlü müfessirler naklediyorlar ki:
“Eğer denizler mürekkep, bütün ağaçlar kâlem olsa, Âdem oğulları yazıcı olsalar, cin tayfası da hesap tutsalar; Yâ Ali, senin fazîletlerini tamamlayamazlar.”
Yine müfessirler diyor ki:
“İmâm-ı Ali’yi seven saadete erişmiştir, ona düşman bulunan şakî’dir, her türlü günahı işleyen hayduttur. İmâm-ı Ali’yi sevmek îmandan gelir, ona düşmanlık küfür ve nifâktandır.”
Hz.Ali; Kerem sahibi, cömert, âlî-cenâb, âdil, ziyadesiyle merhametli, re’y ve tedbir sahibi, asla doğruluktan ayrılmaz; hıyânet, kin, garez, gizli husûmet bilmez, gıll ü gışştan âzâde, güler yüzlü, mizah ve lâtifeyi sever, cesur, şecâat sahibi, fevkalâde fasâhât ve belâgata ve telâkat-i lisana mâlik; edib, şair ve zamanın bütün ilmine vakıf bir zât olup, batını ilimle de mücehhez idi.
İslâm olarak doğan, dâvete ilk uyan ve erkeklerden ilk Müslüman olan, Hicret’ten önce ve Hicret gecesi, canını Hz.Resûlullah’a fedâ etmeyi, şükür secdesine kapanarak kabûl eden; Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te ve yapılan bütün savaşlarda, İslâm’ı yücelten, Hayber’i alan Hz.Ali’dir.
Hz.Peygamber’i yıkayan, defneden ve ancak İslâm’ın bölünmemesi için sabreden, Hz.Ali’dir.
Kendisinden önceki o makama geçenlerin sayısız mal varlıklarına karşı, halîfeliğinde; Şam ülkesinden başka, bütün İslâm diyarına hüküm yürüten, fakat Hak’ka kavuştuğunda ancak dört yüz dirhemi olan Hz.Ali’dir.
Geçiminde kendini taklide kalkışana; “Ben mü’minlerin emîriyim; onların en yoksulunun geçindiği gibi geçinmek zorundayım” buyuran, kışın ısınmak için sırtına attığı köhne kadife parçasını bile, “Beyt’ül-mâl”den almayıp, Medine’den getirten Hz.Ali’dir.
Kuru ekmeği yemeye çalıştığını görüp şaşıranlara; “Hz.Resûlullah bundan daha katısını yerdi” diyen Hz.Ali’dir.
Hz.Ali ancak ulvî fikir, prensip ve kutsal dava için, doğruluk uğruna cenk ederdi. Hatta icap ettikçe İslâmiyet için, Hz.Peygamber için, canını fedâ etmekten katiyyen çekinmezdi.
Hz.Ali, binlerce insan kendisine tâbi olduğu halde, hilâfet makamına geçmek için kılıç çekmedi, yani Zülfekâr’ını kullanmadı. Zira o sabırlı bir kahraman, fedakâr bir cengaverdi ve feragat sahibi idi.
Hz.Ali, tek İslâmiyet sarsılmasında, varsın kendi sarih hakkı çiğnensin diye düşünüyordu.
Hz.Ali ne mala, ne mevkiye, ne makama ve ne de dünyaya önem vermezdi. Katiyyen ihtirâs sahibi değildi.
Hz.Peygamber; “Ben Kur’ân’ın inişi üzerinde, onu kabul ettirmek için savaşmadayım; Ali ise onun te’vili için, hükmünün gereğini bildirmek için savaşır” buyurmuşlar; “O’nun, bey’atinden dönenlerle, gerçekten sapıp zulmedenlerle ve ok yaydan çıkar gibi dinden çıkanlarla savaşacağını” söylemişlerdir. Hz.Ali de bunu, Hz.Resûl’den rivâyet etmiştir.
Hz.Ali; Cemel savaşında bey’atinden dönenlerle, Sıffıyn savaşında gerçekten sapıp zulmedenlerle, Nehrevan savaşında da dinden dönenlerle savaşmıştı.
Hz.Ali en yüce makam olan şehâdet makamına ermiş, canından fazla sevdiği Hz.Resûlullah’a kavuşmuştu.
“Ehl-i Beyt” ve Hz.Ali düşmanı olan Muâviye bir gün; Hz.Ali’yi sevenlerden Dırâr’a ısrarla; “Ali’yi bana anlat” demişti.
Dırâr söze başladı:
“Onun yüceliğine bir son, ululuğuna bir sınır yoktu. Gücü kuvveti çetindi; sözü kesindi. Adâletle hükmederdi. Her yanından bilgi fışkırırdı. Sözünden hikmet dile gelir, coşardı.
Dünyadan, dünya lezzetlerinden çekinirdi. Gece garibliğiyle esenleşirdi. Çok ağlardı, uzun düşünürdü. En değersiz elbise giyer, en değersiz şeyleri yerdi. İçimizden birisi gibiydi; o kadar yakındık ona; yine de heybetinden söz söyleyemezdik. Din ehlini ağırlar, yoksullarla düşer kalkardı. Kuvvetli, o varken kötülük edemez, zayıf adâletinden me’yus olmazdı. Bazı vakitler gördüm, yasa batanlar gibi ağlar; «Ey dünya» derdi; «Benden başkasını aldat; ömrün kısadır senin, değerin az. Âh âh, azığın azlığından, yolun uzunluğundan, yatılacak yerin katılığından , varılacak yerin ululuğundan»”
Bu sözleri duyan, ne düşündü acaba? Kendisini, yaptıklarını, yaşayışını, gözünün önüne getirebildi mi?
Hz.Ali’nin vasıflarını yazmaya, seciyyelerini sayıp dökmeye kalkışsak, sonu gelmez bir kitap olur; yine de Hz.Ali’nin övgüsü olmaz bu kitap. Hz.Ali’yi öven, Hz.Ali’nin kadrince değil, ancak kendi kadrince över.
Biz de burada Hz.Ali’nin yüce kişiliği ve fazîletleri hakkında yazılanlardan bir kısmını, kısa bölümler halinde aktarmak istiyoruz.
Hz.İmâm-ı Ali savaş meydanına ayak attı mı, karşısındaki babayiğitlerin göğüsleri daralır, renkleri sararırdı. Hz.Ali’nin darbeleri kendisine mahsustu. Büyük kahramanlardan bir kısmı, onun bir darbesiyle can vermişlerdi.
İbn-i Hadit, Sait’ten naklen diyor ki;
“Ali Aleyhisselâm demirden dağdır, kâfir ve münâfıklar için tehlikeli idi. Müslümanların izzetini, müşriklerin zilletini Cenâb-ı Hak, İmâm-ı Ali’nin eline bırakmıştı. Ali Aleyhisselâm’ın şecâatı, putperestliğin ortadan kalkmasına sebep oldu.”
Bu sebepten Hz.Peygamber buyuruyor:
-Eğer Ali’nin Zülfekâr’ının darbesi olmasaydı, İslâm ayakta kalamazdı.
Zübeyr bin Avm diyor ki:
“Hiçbir savaşta kimseden korkmadım ve çekinmedim. Ancak Ali’nin karşısına çıkınca onun şiddet ve vahşetinden kendimi kaybeder gibi oluyordum. Onun reşâdeti ve savaşlardaki babayiğitliği herkesi hayret ve taaccüpte bırakıyordu.”
Uhud Savaşında, Hendek Savaşında ve Hayber’de; babayiğitlerin, kahramanların öldürülmesi, Hz.Ali’nin şecâatini herkese tanıttı. Hicret gecesi, Hz.Peygamber’in yatağında korkmadan tek başına yatması, onun şecâatini göstermez mi?
Hz.Ali, savaş meydanlarında düşmanına ancak bir darbe vururdu. İkinciye lüzum görmezdi. Bir darbesi ile karşısındaki pehlivanların pek çoğu yıkılmıştır. Ölse de, ölmese de ikinci defa kılıç vurmazdı.
Hz.Ali’nin sabrı ve hilmi nefsinin üstün sıfatlarındandır. Bütün dertlerin teskini sabır ile biter. Sabır hakkında Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de; “Muhakkak Allah sabredenleri sever” buyurmuşlardır.
Hz.Ali, her yönü ile hilim sahibi ve sabırlı idi. Onun hareketleri âdilane idi. Sabretmesi ile dâimâ zaferi elde ederdi. Her kaza ve her savaşta sabrederdi. “Her kim sabrederse zafer bulur” sözü gereği; doğru işlerde dâimâ sabrederdi, fakat gerçek karşısında hiçbir hadisede, hiçbir kimseden korkusu yoktu. Cenâb-ı Hak’kın sabredenlerle beraber olduğunu bilirdi.
Hz.Ali’nin hilmi; Hak’kın ihyası, din ve mezhebin ileri gitmesi içindi. Hz.Ali, kendi vasiyyetinde de çocuklarını sabre davet etmişti. Halkı da sabre davet ederdi. Hatta savaşlarda da evvela sabreder, düşman tecavüzünü aleni olarak meydana vuruncaya kadar beklerdi.
Bütün savaşlarda açlığa ve susuzluğa sabrederdi. Meşakkatli işlerde de, tahammül ederdi. Hilâfet fitnesinde Hz.Resûl, ona sabır tavsiye etmişti. İslâmiyetin muhafazası için tam 25 yıl sabretmişlerdi.
Sahâvet, bahşiş ve muhabbet, fertler arasında cazibeli bir duygu uyandırır. Hz.Ali bütün hayatı boyunca, gençlik ve ihtiyarlığında bahşiş ve sahâveti son hadde getirmişti.
Bir gün mübaşirlerden biri mülkünün aidatını Hz.İmâm-ı Ali’ye getirmişti. Hz.İmâm-ı Ali hemen bu paranın hepsini fukaraya taksim etti. Aynı adam, aynı günde Hz.İmâm-ı Ali’yi çarşıda gördü. Ailesinin akşam yemeğini tedarik için, kılıçlarından birisini çarşıda satılığa çıkarmıştı.
Hz.Ali, asla kimseyi geri çevirmezdi: “Bir kimsenin, benden bir şey isteyeceğini hissettiğim anda, o izhâr etmeden ben elimi ona uzatırdım” demiştir.
Hz.Ali’nin bir zamanlar cebinde ancak dört dinarı vardı; birini gece, birini gündüz, birini aleni, birini de gizli olarak fakirlere vermişti.
Hz.Ali, rükû halinde iken parmağındaki kıymetli yüzüğü aç bir fakire bağışlamıştı. Bu olaylardan dolayı âyetler nâzil olmuştur.
Bir gün, kendi hizmetkârı Kamber ile çarşıya gitti. İki gömlek satın aldı. İyisini ve yenisini Kamber’e verdi, eskisini de kendisi giydi.
Hz.Ali’nin sahâvetleri pek çoktur. Yukarıda anlatılanlar, bunlardan sadece bir kısmıdır.
Hz.İmâm-ı Ali’nin yiyeceği oldukça sade ve az miktarda idi. Ekseriye yediği arpa ekmeği idi ki, kabuğunu ayırmazdı. Hz.Ali ilk üç halîfe döneminde gündüzleri ve hatta geceleri çalışırdı. Tarlalarda, bağlarda ve hurma bahçelerinde; ağaçlara su verir ve bahçeleri bellerdi. Bir gün Adîy bin Hatem, Hz.İmâm-ı Ali’nin yanına geldi. O Hazretin yemekle meşgul olduğunu gördü. Hz.İmâm’ın yiyeceğine dikkat edince; bir kâse su, bir miktar kuru arpa ekmeği parçaları, azıcık da tuzdan ibaret idi.
Arzetti ki:
-Yâ Emîr’ül-mü’minîn, siz gündüzleri bu kadar zahmet çekiyorsunuz. Geceleri de Tanrı’ya ibâdet ile vakit geçiriyorsunuz, yiyeceğinizde bunlar. Bu size kâfi gelebilir mi?
Hz.İmâm-ı Ali buyurdu:
-Lâzımdır ki serkeş nefsi mümkün mertebe riyâzete alıştırayım, tuğyân (azgınlık) etmesin, diyerek bir şiir okudu.
Şiir’in meâli şöyle idi:
“Nefsini kanâata alıştır ve illâ kendi istihkakından fazlasını senden ister.”
Hz.İmâm-ı Ali bu sade yemeği yer, ekseri günlerde de oruç tutardı. Hz.Ali’nin giyeceği de yiyeceği gibi sadeydi.
İbn-i Cevzi anlatıyor:
“Hz.Ali’nin şalvarı sert idi, gömleği de kıldan idi. Halbuki Şam’dan gayri bütün Müslüman toprakları onun elindeydi.”
Hz.İmâm-ı Ali elbise ve ayakkabısını kendi yamardı. Diğer işlerini de ekseriya kendisi görürdü.
Hz.Ali buyururdu ki:
“Ben sizin imâmınız ve halîfeniz olduğuma göre, fukaranın perişanlığına ortak olmuş olmalıyım. Öyle yemek yiyeyim, öyle elbise giyeyim ki en fakir kimse beni görünce kendi fukaralığına sabretsin. Ben biliyorum, benim gibi kimse yapamaz. Fakat imâmlıkta memurum, siz de benim gittiğim yoldan gidiniz.”
Dünyada ,dost ve düşmanlar arasında bilgisinin üstüne kimse yoktu. Zebûr’u, Tevrât’ı, İncîl’i ve Kur’ân-ı Kerîm’i ezbere bilir, birkaç lisan konuşurdu.
Tarihçiler diyorlar ki:
Hz.Resûl, bir gün Hz.İmâm-ı Ali’nin pazusunu tuttu. Yüksek sesle buyurdu:
“Ben ilmin şehriyim, Ali’de onun kapısıdır. Kim ilim arıyorsa onun kapısına uğrasın, o kapıdan bana gelsin.”
Hz.Ali’ye suâl sordukları zaman, her suâlin cevâbını derhal verirdi. Zira ilhâm vesilesi ile hulûlîyyetle irtibatı vardı.
İbn-i Ebil Hadit ve İbn-i Meysem diyorlar ki:
“Bütün İslâm ilimleri Ali’den çıkıyor.”
Hz.Ali, ilim ve bilgiyi her sınıftan üstün tutardı. Buyururdu ki:
“Fazîletlerin başı ilimdir”der ve halkı bilgiye teşvik ederdi.
Yine buyururdu ki:
“İlim maldan hayırlıdır.”
Dâimâ isterdi ki karşısına bir kemâl sahibi çıksın. Onunla derdi dil etsin. Bilginin müşkül taraflarını onunla paylaşsın.
Bu kadar alîm olan Hz.İmâm-ı Ali diyor ki:
“Her kim, bana bir harf öğretse, ben ona kul, köle olurum.”
Nefsin en büyük fazîleti, ulûhiyyet makamına tâzim ve sitayiştir. Nefsi ıslah etmek lâzımdır. İbâdetin neticesi, nefsi kötü alışkanlıklardan çeker. En iyi ibâdet sırf Allah’ın rızâsı için yapılan ibâdettir. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de; «Mertlerin en iyisi takvâ sahibi olandır» diyor. Takvâ ile süslenen imâm, hakiki imâmdır.
Hz.İmâm-ı Ali’de; îman, takvâ, ibâdet eksiksiz vardı. Hz.İmâm-ı Ali tam bir aşk ile ibâdet ederdi. O hakiki aşıktı. Münacaat ettiği zamanlar ve namaz ile meşgul olunca; ekseriya kulakları işitmez, gözleri de görmezdi, çünkü fikren başka şeyle meşgul olmazdı. Her şey onun nazarında unutulur, gerçeği gören gözleri ancak Allah’a müteveccih olurdu.
Meşhurdur ki; bir savaşta, bir ok ayağına batmıştı, çok eziyet ediyordu. Oka el sürülünce çok acı veriyordu, bu sebepten çıkaramıyorlardı.
Cerraha dedi ki:
-Ben namazda iken oku çekiniz.
Namaza durdu, secdeye vardığı zaman oku birden çektiler ve çıkardılar Hz.Ali de ağrı duymadı.
Secdeleri uzun sürerdi, secdede iken bazen gözünden yaş dökülürdü. Savaş esnasında bile namazdan gaflet etmezdi.
Bir çok kimseler, cennet için Allah’a ibâdet ederler. Bu konu da Hz.Ali diyor ki:
“Yâ Rabbî! Ben sana cennet için değil, cehennem korkusu için de ibâdet etmiyorum. Belki seni tapınmağa lâyık olarak tanıdığım için ibâdetimi yapıyorum.”
Hz.İmâm-ı Ali’nin fikri, zikri ve hareketleri, gerçek yol içindir. Her ne tarafa baksa Allah’ı görürdü ve buyururdu ki:
“Hiçbir şey görmedim meğer ondan evvel ve onunla, ondan sonra gördüğüm hep Cenâb-ı Hak’tır.”
Hz.İmâm-ı Ali diyor ki:
“Görmediğim Allah’a ibâdet etmedim, tapmam.”
Hz.İmâm-ı Ali’nin ibâdeti, yalnız oruç ve sair farzlar değildi. Belki bütün hareketleri ibâdet idi.
Bir mert; söz söylemedikçe, konuşmadıkça, onun yapı ve hüneri gizli kalır. Hz.İmâm-ı Ali’nin fasâhâti, bütün Arap fasîhlerini hayrete düşürmüş, ona “Sözün emîri” adını vermişlerdir.
Ferman yazmak, Arap ediplerinin ikrârınca onun hutbelerinden elde edilmiştir. Hz.İmâm-ı Ali’nin sözleri öyledir ki, cümleler arasında mantıki bir irtibat mevcuttur. Hz.İmâm-ı Ali’nin hatırına gelen matlablar, dilinden tatlı bir şekilde dökülür akardı.
Hz.İmâm-ı Ali’nin fasâhât ve belâgatini tam olarak anlayabilmek için, eşsiz söz ve hutbelerinin kâleme döküldüğü; “Nehc’ül-Belâga” eserinin tamamını okumak gerekir.
Adaleti ve Gerçeği İsteyişi
Hz.İmâm-ı Ali hak ve hakikatı isteyen bir kişi idi. O dâimâ hak ve adâleti nazara alırdı. Kendi çocuğunu, siyah bir habeşi ile bir tutardı. Günah sahibine ve sitem yapanlara şiddetli ceza verirdi. Mazlûmların hakkını alarak kendilerini memnun ederdi.“Zayıflar ve bî-çareler benim gözümde azizdirler. Baş kaldıran sitem sahipleri ve kuvvetliler, benim yanımda zayıftırlar” derdi.
Hz.İmâm-ı Ali’nin, hükümetinin esası; adâlet ve takvâ payesine dayanmıştır. Talha ve Zübeyr, Hz.İmâm-ı Ali’nin hilâfeti zamanında servet sahibi idiler.
Hz.İmâm-ı Ali onlara sordu:
-Sair halktan kendinizi üstün görmenizin delili nedir?
-Ömer İbn-i Hattab, hilâfeti zamanında bize diğer halktan daha fazla para verirdi.
-Peki Peygamber zamanında size verilen para ne kadardı?
-Sair halk gibi idi.
-Bugün de alacağınız sair halk gibi olacak.
-Fakat biz hizmetler ettik.
-Benim hizmetlerim, sizin tasdikiniz ile herkesten daha fazladır, ayrıca bugün halîfeyim, fakat kendim ile en fakir adam arasında bir imtiyazım olacağına râzı değilim.
Hz.Ali, halîfeliği döneminde; Abdullah bin Abbas’a hitaben yazıyor:
“Ey Basra fermandarı, seni kökten ve necattan doğru bir insan biliyordum. Bununla beraber işittim, memleket dahilinde ben cengi cidal ile meşgul iken, sen de fırsatı gânimet bilerek Müslümanların mallarını yağmaya kalkmışsın. «Beyt’ül-mâl»dan, altın ve gümüş sikkeler ele geçirmişsin. İhtiyarlık için Hicaz’a göndermişsin. Yazıklar olsun sana ey Abbas’ın oğlu. Kocasız kadınların ve yetimlerin, fakirlerin hakkı olan bu parayı kendine nasıl sarf edeceksin? Mahşer gününün hesabından, Allah’ın azâbından korkmadın mı?”
Hz.İmâm-ı Ali adâleti ile meşhur idi. Bütün hayatı boyunca kimseye zulüm yapmamıştı. Hatta kendi kardeşinin, akrabalarının tarafını tutmamış, bütün Müslümanları bir seviyede tutmuştur.
Bir gün mahkemeye düştüğünde Hakime:
“Adâletle hüküm ver, benimle davacım arasında hiçbir fark koyma” demiştir.
Hz.Ali insanlara adâlet ile muamele yapmış, devlet hazinesinin bir kuruşunu kendisine veya yakın uzak akrabasına sarf etmemiştir.
Hz.İmâm-ı Ali’nin, adâleti bu şekilde idi.
Hz.İmâm-ı Ali şefkat ve merhamet sahibi, büyük bir âtıfaya mazhar idi. O; çalışır, iş görür, zahmet çeker, sonunda kazandığı paranın cüz’i bir kısmını evine harcar, geriye kalan büyük kısmını da kimsesizlere, çaresizlere sarf ederdi.
Hz.İmâm-ı Ali, yetimlerin babası idi. Dul kalmış bî-çare kadınların ve ihtiyarların yardımına koşar, sanki sahipleriymiş gibi onlar için çalışırdı. Takattan düşenlerin ellerinden tutar, zayıfların yardımlarına koşardı.
Hilâfeti zamanında, geceleri karanlıkta dışarı çıkar; hurma, ekmek, unu fakirlere, dullara, yetimlere götürür ve dağıtırdı. Fakat kendisini asla kimseye tanıtmazdı. Yiyecekleri alanlar onun kim olduğunu bilmezlerdi. Ekseriya bunları çuvala doldurup sırtına alır götürürdü. Namazda şehit edildiği gece yüzlerce ev, erzaksız kalmıştı. O vakit, o tanımadıkları yiyecek getirip dağıtanın, Hz.İmâm-ı Ali olduğunu anladılar.
Hz.İmâm-ı Ali; kerim, necîb, asîl ve merhametli idi. Onun affı, göz yumması ve merhameti sonsuzdu.
Hz.Ali, dâimâ askerlerine derdi ki:
-Düşmanı kovalamayınız, onların yaralananlarının yarasını sarınız, esirlerini tedavi ediniz.
Cemel savaşında, düşmandan ölenlerin de cenaze namazını kıldı. Kendi katili için şöyle buyurdu:
-Onu idare ediniz. Aç ve susuz bırakmayınız, eğer ben sağ kalırsam, ondan sarfınazar ederim. Ölürsem, bir kılıçtan fazla ona vurmayınız.